Edirne ilkbaharda akasya kokar. Trakya Üniversitesine kadar giden anacadde üzerinde, şehir merkezine yaklaştıkça sıklaşır akasyalar. Selimiye Camii ile yüzyüze olmasa da, onu biraz uzaktan çaprazlama bir açıyla gören öğretmenevinde geçirdiğim üç günün hiç aklımdan çıkmamasının nedeni, akasya kokusudur. Yasemin, manolya, zambak, turunçgil çiçeği kokularının bayık bir karışımıdır sanki bu koku. Banyo musluğundan sıcak su akması, Edirne'nin kolay kolay ısınmayan güneşinin keyfine kaldığından, pek kalabalık olmayan öğretmenevinde babaevindeymişçesine mutlu olmam hep bu akasya kokusu yüzündendir. Baba memleketinin özlem, sevgi dolu kokusu...
Bazı veraset işlemleri için gittiğim nüfus memurluğundan çıkışta, akasya kokularına karanfil kokuları da karıştı. Babamın Edirne'ye her gidişinde İstanbul'a hediye olarak getirdiği devayımiskin karanfil kokusu. Çocukluğumda en sevdiğim şekerin baba kokusu. Anıların keskin karanfil tadı. Kapalı çarşının Selimiye tarafına bakan dükkanlarından aldığım bir kutu çocukluk anısı. Dört şerefeli minarelere doğru yürürken yolumun üstündeki parkta, bir akasya ağacının altında oturup, çocukluğumda duyduğum heyecan ve telaşla açtığım kutu ve hemen oracıkta yarısı tüketilen karanfil kokulu bir aile yaşamı özlemi...
Bir süredir yaşamakta olduğum Ayvalık'ta Edirne'nin karanfil kokulu şekerini anımsamam, yılın son gününde Ayvalık çarşısında gezinirken birdenbire oldu. Yılbaşı kırmızısı atkımı boynuma dolamış, yürüyordum çarşıda amaçsızca. Her yılın son günü özellikle çarşılarda dolaşırım. Kasap vitrinlerinde başaşağı asılmış hindileri, kuruyemişçileri dolduran telaşlı kalabalığı seyretmek hoşuma gider. Çeyrekleri tükenmiş, tam ve yarım millî piyango biletlerinden alayım mı, almayayım mı, der, çoğu zaman da almam. 9-19-29 kumarında daha çok şans olduğu için...
Ayvalık'ta Edirne anılarını yaşamam da bir bakıma şans eseri oldu. Merkezin biraz gerisinde kalan sokaklarda dolaşırken daha önceden bildiğim ama varlığını kanıksadığım bir lokanta sayesinde. Vitrininde kuru fasulye, pilav, çorba, salata görmeye alışık olduğum küçük mekân birden gözümde büyüyüverdi. Sanki bir anda kilometreler aşıp, Edirne çarşısında bir ciğer lokantası oldu. Kuşbaşı değil kuşgözü kadar doğranıp suda bekletilen, sonra da bol yağda kızartılan karaciğer, eskilerin sini dediği yuvarlak alüminyum bir tepsinin içinde müşteri bekliyordu.Merkezdeki mezecilere yığılanlar bu küçük lokantayı keşfetmemişler miydi? Belki de onların damaklarında benimki gibi Edirne'yle Ayvalık'ı harmanlayan bir ciğer tadı yoktu, anılarla tuzlanınca doyumsuz olan...
Lokantaya girip bir tabak ciğer, bir tabak da karışık salata söyledim. Edirne'deki tadı bulamasam da, ciğerler epeyce iri doğranmış da olsa, hele bazıları kayış gibi zor da çiğnense, bu ciğer tava benim için 2008 yılbaşı kokusu oldu, genzimde baba memleketinin akasya ve karanfil kokularıyla karışarak...
Ayvalık'ın çamları bana öyle koktu, lokantanın kapısı aniden çıkan rüzgarla açılıp kapandıkça. Eve varır varmaz, mahalle bakkalından aldığım şarap, babamın kan damlayan yanaklarından aktı sanki bardağıma. Tıpkı onun gibi, çakırkeyif oluncaya kadar içtim...
Ayten Suvak
ASlolan ASktır
22 Eylül 2008 Pazartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder