29 Eylül 2008 Pazartesi

Tatlı

T ane tane atıştır
A ğzına fermuar çek
T ansiyonu yatıştır
L ayığın çikolata
I sıra ısıra yediğin bayramlık barıştır...


Ayten Suvak

ASlolan ASktır

28 Eylül 2008 Pazar

Faşist

 

F are kapanı kapasıca
A dına susturucu takılasıca
Ş aştım aşıyla boğulasıca
İ şlem tamamla durdurulasıca
S ahra güllesiyle parçalanasıca
T ers çevrilip FAŞ sesiyle İST ime batırılasıca...


Ayten Suvak

ASlolan ASktır

Ak Süt İçin

Başbakanımız gariban mahallesine Range Rower ile gelip, fakir fukarayı doyurdu. (Basından)

AK Süt İçin

Melaikeyiz hAK için
AK sütteniz halk için
SadAKayla yaşarız
Zengine sevap için


Ayten Suvak

ASlolan ASktır

Yardım

YARDIM 

Y anılır YANDIM dedirtir
A çar tezgâhı AR getirtir
R astlantıyla politikaya seyirtir
D azlak kafada kâr belirtir
I slak kediyle sermaye işletir
M araz çıkarsa fukaraya yüklenir...


Ayten Suvak

ASlolan ASktır

Saygılı

 

SAY ki SAY ayım seni
GIL li GIL li fotan ilgilendirsin beni
I cık bıcık gıcık inceleyelim kişiyi...


Ayten Suvak

ASlolan ASktır

22 Eylül 2008 Pazartesi

Laments

Justice is unserving
A conventional distrust
A Frankenstein in disguise
Created by manpower
To serve for the greedy self
Of the advantageous stronger
Who cares for the laments of the weaker
But is there a limit between the two
As the exploiter and the exploited
Since both are ruled by a kind of justice
In the hands of vagabonds
In search of a true Ruler
Someone or something
Who or which is not a spoilsport
In the toystore of the Just
Being a pawn or a trickster
Is no matter of Fate
But of a manufactured evil


Ayten Suvak

Copyright (C)
...

Şikayetler

Faydası yok adaletin
Eski bir güvensizlik örneği
Gizli bir Frankenstein
İnsan eliyle üretimden
Açgözlülere yaranmak için
Üstün kademelerdeki

Zayıfın şikayetlerini kim takar
Ama bir sınır var mı zayıfla güçlü
Sömüren ve ve sömürülen arasında
Çünkü ikisini de idare eden adalet
Serserilerin elinde

Biri ya da bir şey olsun
Bir yöneten aranmakta
Oyuncakçı dükkanına malzeme olmayan
Mağdur ya da üçkağıtçı olmak
Kaderin işi değil
Yalnızca insan elinden çıkma


Ayten Suvak

ASlolan ASktır

Atışmalı Ramazan Manileri

Davul sesi borazan
Hurmayla oruç bozan
Mercimek çorba şahtır
Bulgur pilavı aslan

Badem var yenilecek
Ezme var dövülecek
Orta direk yıkılmış
Beyaz Türk var öpülecek

Kulağa girer telsim
Evlerde döner tersin
Ceplere girdi yangın
Borcu nasıl ödersin

Eski cami mahyalı
Zengin evi kahyalı
Yoksulun derdi pekçok
Yürek olmuş kaşarlı

Hüner gelir fenerden
Yardım gider tezelden
Hırsıza kilit sökmez
Kilit sökülür dilden

Tüm hortumlar şirketten
Yasa geçer meclisten
Camiler fenerlidir
Dernekler ak ellerden

Para geçer çengelden
Fener bilmez engelden
Deniz onunla ışır
Yasak anlamaz selden

Haz gelmez muhaliften
Basın onulmaz dertten
Başkandan küfürü yer
Yazarken köşesinden

Alan razı verenden
Veren organizeden
Mahkeme cehennemdir
Öfkesi hükümetten

Kaçak dişçi kaçak işçi
Patlar yirmiyaş dişi
Afrikalı misafir
Gelir kırar kirişi

Yapar sınır zafiyeti
Kısa kes ziyareti
Bizimkilere iş yok
Dön git gerisin geri

Kan kudurtur keneyi
Dalga alır mülteciyi
Sen sen ol otur evde
Ramazan pidecisi

Gel bayram müjdecisi
Sevinsin tüketici
Borsalar zıp zıp zıplar
Uçar Dolar zengini

Herkes bulsun dengini
Korumalı ak rengi
Kara bulut kapıda
Ne bulursan yemeli

Nerde yardım paketi
Bekleriz ziyafeti
Mülteciyiz vatanda
Deldik yine cepleri


Ayten Suvak

ASlolan ASktır

Elde Bir Tutam Aşk

Elimde olsa tutuklardım aşkı
O çok haşarı çok uçarı
Elimde bir var bir yok
Elimde olsa döverdim
O oklu tombul oğlanı
Eros mudur nedir adı
Elimde olsa kırardım
Bütün o oyuncak oklarını
Yakmasın öyle olur olmaz
Kimsenin tatlı canını

Hayat onsuz daha farklı

Elimde olsa namlunun ucuna
Oturturdum o yaramaz oğlanı
O Eros şımarığını
Elde var bir derdim
Dürerdim defterini
El kitabı bende kalırdı

Elimde Değil Aşksız Yaşamak adlı

Elimde olsa onu da yakardım
Isıtsın diye beni tatlı tatlı
Bakmayın siz aslında
Elimde olsa klonlardım oğlanı
Yedeği de vursun diye sevdalıları

Ayten Suvak

ASlolan ASktır

Benim Adım...

Geçen akşam birşey duydum, fikirlerim değişti. Aslında değişmedi de şaşırdım, ilk tümceyi de Orhan Pamuk'u hatırlayarak yazdım çünkü yedi aydır Benim Adım Kırmızı'nın İngilizce'sini okuyorum, birkaç sayfa kaldı. Bu kadar uzun sürmesinin nedeni de kitaptan ve özellikle çevirisinden hoşlanmam. Arada kitabı hiç elime almadığım haftalar da oldu ama bu yalnızca onu hemen tüketip bitirmemek içindi.

Böyle bir girişten sonra fazla dağılmadan, beni asıl şaşırtan konuya gelmem gerek. Geçen akşam Hülya Avşar'ın konuklarıyla dereden tepeden Türkiye'den konuştuğu programda Oktay Sinanoğlu hoca programın bitimine yakın bir laf etti, kafamı karıştırdı. Ülkenin geleceğiyle ilgili ciddi çalışmalar yapan, özellikle dilimizin sömürülüşüne karşı, ancak ona sahip çıkarak karşı koyabileceğimizi her defasında tekrarlayan hoca, belki de şaka yollu öyle bir laf etti ki, Hülya Avşar'ın göğsü kabardı, gözleri daha da güzelleşti, kısacık 'a la garçon' traşı kendisine daha bir yakıştı.

Sinanoğlu, ben herkesle, manavla, sürücüyle, halktan kimi bulursam tutar konuşurum, bizim halk Amerikan halkından çok daha uyanıktır, bilinçlidir, dedi. Kafası iyi çalışır halkımızın, hele tahsil yaparak bozulmamış olanların zekaları pırıl pırıldır, diyerek açtı lafını. Ben bu noktada pirelendim. Kafası çok iyi çalışan, üniversitede fizik, ileri matematik ve daha başka dersler de veren profesör, okumamışlığı ve dolayısıyla cahil kalmayı mı öğütlüyordu halka? Hayır sanmam, yalnızca iyi eğitim verilmediğini, ezbere prim verildiğini, öğrencilerin kafalarını çalıştırmalarını istemeyen bir sistemin esiri olduğumuzu söylemeye getiriyordu şaka yollu, ama programa tam o noktada giren tahsilsiz biri, he ya okuyup da napacan, aç mezarı mı var, biz de kazınıyos işte, demiştir, hele Sinanoğlu'nun değil kitaplarını elifi görse mertek sanacak kadar okumamış biriyse.

Aslında hocanın da günahı yok, programın tam da bitimine rastladı bu lafları; açıklayacak fırsatı olmadı ama Hülya Avşar, beni nasıl buluyorsunuz, iyi miyim, diye sorunca çok iyisiniz böyle devam edin, dedi babacan babacan.

Kolay değil Avşar'ın da yaptığı doğrusu; fazla okumamış da olsa o kadar çeşitli konukla, o kadar çeşitli konuda laf yarıştırıyor ki, hayret ediyorum. Hadi kıssım, senin diplomalar çöpe, diye eğleniyorum kendimle. Okuduk da ne oldu yani, demeden ama. Hele hele birgün, Benim Adım ZendaVesta adlı bir kitapla Oscar'ı kapıp, Pamuk'a da komşu olursam Newyork'da, ders bile veririm Amerikalı cahillere. Kafası iyi çalışan, kaymak öğrenciler de Orhan Pamuk'a havale...


Ayten Suvak

ASlolan ASktır

Yeni Yılın Kokusu

Edirne ilkbaharda akasya kokar. Trakya Üniversitesine kadar giden anacadde üzerinde, şehir merkezine yaklaştıkça sıklaşır akasyalar. Selimiye Camii ile yüzyüze olmasa da, onu biraz uzaktan çaprazlama bir açıyla gören öğretmenevinde geçirdiğim üç günün hiç aklımdan çıkmamasının nedeni, akasya kokusudur. Yasemin, manolya, zambak, turunçgil çiçeği kokularının bayık bir karışımıdır sanki bu koku. Banyo musluğundan sıcak su akması, Edirne'nin kolay kolay ısınmayan güneşinin keyfine kaldığından, pek kalabalık olmayan öğretmenevinde babaevindeymişçesine mutlu olmam hep bu akasya kokusu yüzündendir. Baba memleketinin özlem, sevgi dolu kokusu...

Bazı veraset işlemleri için gittiğim nüfus memurluğundan çıkışta, akasya kokularına karanfil kokuları da karıştı. Babamın Edirne'ye her gidişinde İstanbul'a hediye olarak getirdiği devayımiskin karanfil kokusu. Çocukluğumda en sevdiğim şekerin baba kokusu. Anıların keskin karanfil tadı. Kapalı çarşının Selimiye tarafına bakan dükkanlarından aldığım bir kutu çocukluk anısı. Dört şerefeli minarelere doğru yürürken yolumun üstündeki parkta, bir akasya ağacının altında oturup, çocukluğumda duyduğum heyecan ve telaşla açtığım kutu ve hemen oracıkta yarısı tüketilen karanfil kokulu bir aile yaşamı özlemi...

Bir süredir yaşamakta olduğum Ayvalık'ta Edirne'nin karanfil kokulu şekerini anımsamam, yılın son gününde Ayvalık çarşısında gezinirken birdenbire oldu. Yılbaşı kırmızısı atkımı boynuma dolamış, yürüyordum çarşıda amaçsızca. Her yılın son günü özellikle çarşılarda dolaşırım. Kasap vitrinlerinde başaşağı asılmış hindileri, kuruyemişçileri dolduran telaşlı kalabalığı seyretmek hoşuma gider. Çeyrekleri tükenmiş, tam ve yarım millî piyango biletlerinden alayım mı, almayayım mı, der, çoğu zaman da almam. 9-19-29 kumarında daha çok şans olduğu için...

Ayvalık'ta Edirne anılarını yaşamam da bir bakıma şans eseri oldu. Merkezin biraz gerisinde kalan sokaklarda dolaşırken daha önceden bildiğim ama varlığını kanıksadığım bir lokanta sayesinde. Vitrininde kuru fasulye, pilav, çorba, salata görmeye alışık olduğum küçük mekân birden gözümde büyüyüverdi. Sanki bir anda kilometreler aşıp, Edirne çarşısında bir ciğer lokantası oldu. Kuşbaşı değil kuşgözü kadar doğranıp suda bekletilen, sonra da bol yağda kızartılan karaciğer, eskilerin sini dediği yuvarlak alüminyum bir tepsinin içinde müşteri bekliyordu.Merkezdeki mezecilere yığılanlar bu küçük lokantayı keşfetmemişler miydi? Belki de onların damaklarında benimki gibi Edirne'yle Ayvalık'ı harmanlayan bir ciğer tadı yoktu, anılarla tuzlanınca doyumsuz olan...

Lokantaya girip bir tabak ciğer, bir tabak da karışık salata söyledim. Edirne'deki tadı bulamasam da, ciğerler epeyce iri doğranmış da olsa, hele bazıları kayış gibi zor da çiğnense, bu ciğer tava benim için 2008 yılbaşı kokusu oldu, genzimde baba memleketinin akasya ve karanfil kokularıyla karışarak...

Ayvalık'ın çamları bana öyle koktu, lokantanın kapısı aniden çıkan rüzgarla açılıp kapandıkça. Eve varır varmaz, mahalle bakkalından aldığım şarap, babamın kan damlayan yanaklarından aktı sanki bardağıma. Tıpkı onun gibi, çakırkeyif oluncaya kadar içtim...

Ayten Suvak

ASlolan ASktır

2008 Burç Yorumlarınız

Etkilediğiniz Topraklara Göre 2008 Burç

Yorumlarınız...

KOVA- Dehanızla küreyi ısıttınız, buzulları kırdınız. Avrupa'yı bunattınız. Almanya'yı bunalttınız. Franz Kafka-Asya Birliği'ne yönelin biraz, kalkış yeriniz Beşiktaş. AB'de dikiş tutturamazsanız bilin ki, kovanız da lehim tutmaz.

BALIK- Ne bu sinir! Yıldızınız ters dönecek, susuz Orta Doğu'da. Önlem almazsanız Kızılırmak'la akacaksınız Ankara'ya. Yedek su deposunda sünger yetiştireceksiniz olta balıkçılarıyla. Tavada balık olmadan gidin kız oğlan tavlamaya.

KOÇ- Filistin'in kahırları, Pakistan'ın katliamları derken, 2008'i getirdiniz. Japonya'da topraksız ot yetiştirdiniz. Bu yıl bol bol çim suyu içeceksiniz. Bilmediğiniz otu yemekle övüneceksiniz. Neden daha çok et yiyemiyorum diye dövünecek, vejeteryenleri sinirlendireceksiniz.

BOĞA- Pamuklu Yazarlar Derneği'nden davet alıp, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'yu Kalkındırma Projenizi sunacaksınız. Kıbrıs'ta spikerlik kurslarına katılacaksınız. Kâr yerine kar dağıtacaksınız. Vergi kaçıracaksınız. Kurban bayramında da yurtdışına kaçacaksınız.

İKİZLER- ABD'den Çin'e döviz kurları düzenlenecek öngörünüzle. En tercih edilen para Japon Yeni olacak müsaadenizle. En iyi filmler Çin işi Japon işi korku, şarkılı türkülü Hint işlemeli olacak öncelikle. İkiz Kuleler yeniden dikilecek sayenizde. USAme idam edilecek içinde.

YENGEÇ- İngiltere'nin kuzeyinden Rusya'ya kadar yüze yüze, kızaracaksınız güzelce. Hollanda'da yok satacaksınız melezlere. Boyları yirmi metreyi bulan alglerle kapışacaksınız iyice. Kutup ayılarına çelme takacaksınız, nesilleri tükenmeden ölesiye eğlensinler diye.

ASLAN- İtalya ve Fransa arasında mekik dokumayın artık, megASanayi devrindeyiz. AS ne demek öğrenecek ve çok şaşıracaksınız. Arı gibi çalışacaksınız. Sık sık cep mesajı alacak, yönünüzü bulamayacaksınız. Bölgenizdeki leoparlara katlanacaksınız.

BAŞAK- Tüm Anadolu başak başak kokacak, taa Hint Adaları'na yayılacak burcu burcu. Türkiye'nin bütün hisseleri satıldıktan sonra hindi yetiştireceksiniz kümesinizde. Anlasınlar diye: Turkey Turkey, alan var mı son bir tane kaldı! Bağırıp duracaksınız, saman yapacak başak bulamayacaksınız.

TERAZİ- Para değil, güçle tartacaksınız insanoğlunun kafasını. Mahkemeye vereceksiniz halakızını. Türkî 'evletlere satmaya kalkacaksınız Türkçe'nin hasını. Siz siz olup yalamayacaksınız paranın çarığını.

AKREP- Kapadokya'daki günbatımını Pakistan'ın Butto Bölgesi'nden izlemekle anlamsız çatışmalara anlamsız çözümler getireceksiniz. Ramazanda millete fil yedireceksiniz. Sözcüklerinizle sizi sokan akrepleri giydireceksiniz. Musevileri Hristiyan'a döndüreceksiniz.
Müslümanları önünüze gelene övdüreceksiniz.

YAY- Arap Yarımadası-MadaGazkar adası-İran atom bombası posta güvercinleriyle Doğal Gazlı BOP mektupları yollayacaksınız, sanal, sanal. Ok yaydan çıkacak, üçüncü dünya savaşı önce sizi yakacak. Irak uzak hatıra olacak. Herkes 'Hatırla Sevgili' şarkısını okuyacak.

OĞLAK- Bosna ve Makedonya inatla tekrar sorun çıkarırsa, sizi ipe çekecekler. Siz de giderayak herkese futbolcu olmasını önereceksiniz, sloganınız 'Kitleler Böyle Kurtulur' olacak ve çok tutacak.

Gördünüz mü nasıl etkileyeceksiniz bu saydığımız toprakları. Gücünüzden kuşku duymayın sakın. Özgürlük tutkusuymuş, döviz ceviz bağımlılığıymış, metelik vermeyin artık.

'En Büyük Türkiye!'
sanırsınız ama,
'Başka Büyük Var!'...


Ayten Suvak

ASlolan ASktır

Aruoba Tümceler Suvak Cümleler

Aylardan Temmuz

Aruoba- Süslü gezinti teknesinin Boğaz'a yaydığı pırıltının sana
gelen yansısını orta yerinden kesiverir Tokmak Burnu, o önünden
geçerken (8./63).

Suvak- Ufukta iki geminin üstüste geldiği o anda, yeni doğan Ay da
batan Güneş'e pas vermektedir, Sedef Adası'nda.

Aruoba- Yukarıdan Kuzey-Doğu'dan Güney-Batı'ya tek tek , ufacık,
parlak Bulut parçaları sürüklenirken, tam tersi yönde, hafif bir
Rüzgar geçiyor, dalgaları okşayarak, aşağıdan (1./62).

Suvak- O Leandros fenerinden gözünü alamıyor musun, konjunktivit
oldun öyleyse delidolu Poyraz'dan; göremiyorsun sana atılan kulaçları
Yunus akınından. Açarlar gözlerini sevda körlerinin onlar,
kutsaldırlar.

Aruoba- Balkondaki çiçek kutusuna dolduracağın toprağı talan edilmiş
bir koruda nasılsa ayakta kalabilmiş bir görkemli Akçaağaç'ın
dibinden toplarsan, gün olur, bakarsın, süs bitkilerinin arasından,
hiç tanımadığın enfes bir fidan boyvermiş(5./63).

Suvak- Salonun en kuytu köşesinde havasızlıktan bunalan devetabanı
(bir holdinge açılış hediyesi), cam güzeline gönül koymuş ve nefis
bir deve kuşu doğurmuş, yumurtası öksüz doyuran.

Aruoba- Bir yanı ezik, çarpık, sanki mahçup, çekingence beliriverir
Ay, şehir ışıklarının üstünden aşıp- sanki geldiği karanlıklara bir
an önce geri dönmek istermiş gibi- yüzü (utançtan olacak) kızarmış,
ama, hem de sanki muzip muzip gülümseyerek...(19./64).

Suvak- geçirdiği son 'canavar' kazasından suratının yarısını
kurtarabilmiş delikanlı Ay..., çarpık çurpuk belirdiği karanlıktan
şiirsel aydın Umud'a yamuk yamuk gülümsüyor, 'yesin oni ninesi'
dercesine...

Aruoba- İncecik Ay; peşinden koşan Venüs; bir de, kısık sesli bir
Martı...(14./63).

Suvak- Son çare Asklepsios

Diriltse diriltse o diriltir sesini

Yeter artık bu atalet

İlgime reva bu mu

Adalet

Şifa sana bu şairler

Taze kan Hesperidler'den

Athena'ya sor istersen

Ağzını açabilirsen

Şuh bir Martı çıkacak

Cırtlak sesli bir Kartal'dan


Korusan diyorum kendini o lânetli üçgenden...


Ayten Suvak

ASlolan ASktır
...

Oruç Aruoba / Tümceler

Savaş Dinçel'e

Üsküdar'ın Musahipzade Celâl Tiyatrosu aşağı yukarı yirmi yıl öncesine kadar barakadan bozma bir yerdi. Daha çok askeriyede kullanılan geçici bir sığınma yeri. Yüksekliği boyunca kesilerek, yere yatay olarak yerleştirilen yarım bir silindir. Ön ve arka yüzü yarım daire olan metalik bir sığınak. Ses geçirgenliği fizikte rastlanabilecek en yüksek değerde. Doğancılar parkının, caddesinin, mahalle aralarının, biraz ilerideki Üsküdar İtfaiyesinin, Aypark açık hava sinema bahçesinin, İmrahor'un, daha aşağılarda bayırın bitimindeki Salacak vapur iskelesinin, Salacak halk plajının, Çiftekayalar'ın, Ayazma düğün, sünnet, aile çay bahçesinin, Şemsipaşa'nın, yazmacıların, tütün işlenen reji binalarının, lunaparkın, bit pazarının bütün seslerini, bütün fısıltılarını masalsı bir gerçeklikle içeriye sızdıran bir tiyatro sahnesi. Yaşamın her yüzüne hişşşt hişşşt diyerek kendine baktıran, bugünkü ölçülerle dermaçatma denebilecek bir yapı.

Ben yetişkin bir gençkızken, o ortaokul çağında bir yeniyetme olan erkek kardeşimle giderdik tiyatroya. Yarım daire şeklindeki girişi her gördüğünde, Gargamel'in inine geldik gene, diyerek eğlenirdi kardeşim. Loş ortam, seyrettiği çizgi filmlerdeki büyücülerin karanlık mağaralarını anımsatırdı ona. Hem korku, hem merak, hem de beni koruma içgüdüsüyle belki, önüme geçer, önce o girerdi tiyatrodan içeriye, büyük adam tavırlarıyla. Patlamış mısır kokusu, parlak kağıtlara sarılı hindistan cevizli bisküi koko, açılan gazoz şişesinin çıkardığı fışşş sesi onu yeniden çocukluğuna döndürürdü çok geçmeden. Oyunun başlamak üzere olduğunu bildiren gong sesi o yıllarda daha icat edilmediğinden, kapıda bilet kesen adamın içeri girin uyarılarına kadar, ya oturarak ya da ayakta öteberi yerdik birlikte.

O hafta Sait Faik öyküleriyle tek kişilik bir oyun vardı sahnede. Nasıl yani, dedi kardeşim, tek kişiyle tiyatro olur mu, kalabalık gerekmez mi? Sus, bak oyun başlayacak, görürüz bakalım nasıl olacağını, Savaş Dinçel yazıyordu kapıda, dedim, o oynayacakmış. Perde açılırken pür dikkat kesildi kardeşim. Epeyce küçükken tanıştırmıştık onu tiyatroyla, bayağı eğitimli bir seyirciydi ama tek kişilik oyunu ilk kez izleyecekti.

Savaş Dinçel sahnede tek başına yarattı kardeşimin aradığı o kalabalığı. Sahnenin bir köşesinde Burgaz'da Sait Faik olup balıkçılarla konuşuyor, başka bir köşede Semaver'deki ana-oğula laf yetiştiriyordu. Loş kırmızı sahne ışıkları altında Sarnıç, büyülü bir gerçeği aktarıyordu bize. Kardeşim bir ara, barakanın soğuğundan olacak, çişim geldi, dedi kulağıma fısıltıyla. Ben, tut azıcık, birazdan çıkacağız, dedim saatimi işaret edip. O sırada Savaş Dinçel hişşşt hişşşt, diyordu seyircilere. Sahnenin kenarında Sait Faik gibi oturmuş, başında kalıbı bozulmuş bir fötr şapka, sırtında buruşuk bir gömlek, ütüsüz pantalon, hişşşt hişşşt. Ben bir an fısıldaşmalarımızı duydu da, bize hişşşt hişşşt dediğini sandım, utandım. Kardeşim oturduğu yerde kıpırdanıyordu. Ansızın tiyatronun dışında bir bağırtı koptu. Sokakta muhtemelen yakartop oynayan çocuk sesleri doldu barakanın içine. Sonra bir kadın sesi: Veliii, iki de ekmek alıver, hiç kalmamış, diye seslendi.

O anda Savaş Dinçel etkileyici sesiyle hooop hooop diyecek, hişşşt hişşşt yerine, dedim içimden. Oysa o seyirciye arkasını dönmüş, sahnenin gerisinde hâlâ hişşşt hişşştleyerek birşeyler aranıyordu yerde. Barakanın duvar tarafında oturduğumuz için dışarıda oynanan tiyatroyu en çok bizim duyduğumuza hükmettim. Savaş Dinçel, Sait Faik berduşluğuyla dalgın dalgın bakıyordu uzaklara.

Oyun bitince barakanın duvarındaki çıkış kapısından boşaldık sokağa. Gargamel'in inini dolanıp tekrar içeriye girdik. Kardeşimi tuvalete götürdüm. Savaş Dinçel de kulisten çıkmış, bizden yana geliyordu. Yaklaşınca bize şöylebir baktı. Yüzündeki çarpık gülümseme ve berduş sakalıyla çok yakışıklı geldi bana...


Ayten Suvak

ASlolan ASktır

Chat Dedi Kırıldı Yumurta

Bugün güne bir yumurta kırıp dolabı kirletmekle başladım. Pazardan aldığım yumurtaların standartlardan hafifçe büyük olduklarını farketmiştim, daha alırken. Yani sorun çıkarabileceği aklıma gelmişti, çıktı da.

Yumurta gözünü boşaltıp temizlerken, boşuna iş çıktı diye söylenmem boşunaymış, asıl sorunu bugünkü öğrencimle yaşayacakmışım meğer. Sınıf öğretmenleri kendilerini tanıtan yazı vermiş ödev olarak; o da Türkçe'sini yazıp bana getirmiş, birlikte İngilizce'ye çevirelim diye.

Yazıya göz gezdirir gezdirmez, buna karşı bir de c(i)hat yazısı yazalım, dedim, aval aval baktı yüzüme, anlamadı bîçarem.

Merak ediyorum, yabancı dillerde de bir 'chat' dili var mı, dedim sonra anlasın diye. Onların yeni yetmeleri de sizler kadar dili yozlaştırmaya meraklı mı, dedim, en ciddi öğretmen tavrımla. Dili bozarak kural bozmanın en kolay yolunu mu seçiyor bizimliler, diye sordum yanıtını beklemeden; kendi koyduğunuz kurallarla özgür olduğunuzu mu sanıyorsunuz, dedim, sözlerimle âdeta tokat atar gibi. Şaşırıp kaldı, kızarıp bozardı kızcağız. Ben aldırmadan sürdürdüm nutkumu:

Yoksa bu dille bir protesto grubu oluşturduğunuzu ve bu dili kullanmazsanız yaşıtlarınızın sizi dışlayacaklarını mı düşünüyorsunuz, diye hönkürdüm makineli tüfekten çıkar gibi lâfları peşpeşe sıralayarak. Başlamışken içimdekileri dökeyim bari, dedim içimden ve son bombamı patlattım:

Yoksa herkeste bir 'en sevimlisi sensin yavrum' beklentisi, bir aidiyet duygusu, bir sevilme, beğenilme bağımlılığı mı var? Daha olgun yaştakiler de gençler grubuna dahil olmak için mi 'chat' diliyle yazıyorlar,
dedim ve soluğumu yüzüne boşalttım.

Neye uğradığını şaşırdı bizimki, bir iki özür sözcüğü kekeledi. Sonra ben söyledim o yazdı çeviriyi. Biterbitmez kendini dar attı dışarıya. Bu karıdan bir daha ders alırsam bana da Furkan demesinler, demiştir içinden kesin.

Ne yaparsın Furkancığım, ters başladı bugün. Sen gelmeye devam et, iki kuruş bırak hocanıma, şeker gibi olduğu günlerin hatırına. Tamam mı şekerim?


Ayten Suvak

ASlolan ASktır

Kardeş Makamlar

Derler ki sosyal kardeşlik yayılır ufkî yataydan
Babalık düzeni yükselir hıyararşik dikey boylamdan
Nasibini alır herkes bıyıklojik silah, erkek-kız kardeş kavramından
Kesesi ayrı menfaat iltihabı çözülür Hüseynî Makamı'ndan
Ümit ederiz ki vesvese ve korku defedilir Büzürk'ten
Beynimiz ve ruhumuz şifa bulur Zergüle kardeşliğinden
Her türlü saldırganlık önlenir Zirefkend peşrevinden
Yumuşar Baksı Dansı topuzuyla Buş antikardeşliği
Irak Makamı'ndan
Tüm kardeşler barışır aşıklar bağlamında Uşşak'tan
Yol alırken yıldızlı-starlı makam arabamız ortadan
Bir ileri bir geri gider duygular müzik anahtarlı dalgalardan
Seslerimiz 'Ahord Ahord!' alır tatlı sesli martılardan
Kur yapar musikîler kardeş Nihâvend diyarından
Sefamız, neş'emiz, iç huzurumuz Rast'tan
Alçakgönüllülüğümüz Hicaz'dan
Ateşli tabiatımız, yaratıcı yönetmenliğimiz beri gelir Acemaşîran'dan
Uykusuzluk, susuzluk biter, nabız yükselir Segâh'tan
Kuvvet geri gelir kardeş cesaretle Saba'dan
Üzüntüler biter, gönül coşar Neva'dan
Mest olurken herkes öpücüklerle Bûselik Makamı'ndan
Çatlar gider göz taşımız kurt kardeşliğimize tam ortasından
Yeraltında kardeşce akan sıcak su kaynaklarına Rehavî Makamı'ndan
Rüzgâr tabiatlı nükteler Anadolu'dan
Antikardeş nükleer güneşin doğacağı yere zekâ açıcı Makam Isfahan...


Ayten Suvak

ASlolan ASktır

Sevim ve Necdet Kent Kitaplığı

Sabah sabah cama vuran yağmurun sesini duyunca, gene ağlamış suratlı bir cumartesi yaşayacağımı anladım. Yağmur giderek hızlanıyordu. Camdaki ses, açsana be açsana be dercesine buyurganlaştı, çat çat cama vururken. Pencerenin kolunun iyice kapalı olduğundan emin olmak için, perdeyi aralayıp kolu yokladım. Korkacak birşey yoktu.

Bir süre camın önünde oyalandım. Sellerin sürüklediği kırmızı toprağın akışını seyrettim. Yer yer gölcükler oluşmuştu. Hercai adını taktığım, kuyruğu ve kafası tekir, vücudu beyaz kedi karşı bahçenin duvarında hızla koşup, bizim bahçedeki sarmaşığa tırmandı. Balkona atladı. Yağmurdan kurtulunca, kafası gözü birbirine karışarak iyicebir silkindi.

Yatağa dönüp biraz daha kestirmeyi düşündüm. Gün ışığını ve sokak lambasının gözümü rahatsız eden aşırı parlaklığını kesmek için astığım siyah perdenin bir kanadını çektim. Diğerini de çekmek için elimi uzattım ama çekmeden bıraktım. Yağmurun çatırtısına bir de araba motorunun homurtusu katılmıştı. Merak edip mutfağa geçtim, erken erken neler olduğunu anlamak için pencereden bakmaya.

Tam pencerenin altına şehirlerarası bir yolcu otobüsü parkediyordu. Motor sonunda sustu. Kalabalık bir grup ıssız sokağa boşaldı. Birden yazı anımsatan bir canlılık oldu. Kızlı erkekli bir grup genç deniz tarafına doğru akmaya başladı.

Sulara basa basa yürüyorlardı, üniversite öğrencisi havasındaki gençler. Yağmura aldırmadıkları belliydi. Bol pantalonlu, kırmızı saçlı bir kız sigarasını tüttüre tüttüre indi aşağıya. Bazılarının ellerinde müzik aletleri vardı sanırım. Kılıflarından öyle anladım. Acaba Cunda'daki müzik akademisinden mi geliyorlar bunlar, diye geçti aklımdan. Badavut'ta deniz tarafındaki iki büyük otelin günübirlik geziler düzenlediklerini işitmiştim.

Onlar buraya gelirlerse ben de Ali Bey'e giderim, dedim yüksek sesle, aniden içimde kabaran bir coşkuyla. Taşkahve'de çay içer, karışık bir Ayvalık tostu yerim. Bir iki yudum da oranın ünlü tombul kedilerine atarım, dedim. Şeker pembesi şemsiyemi kaptığım gibi aç aç fırladım evden. Hedef Ali Bey yani Cunda Adası.

Ada'ya varıncaya kadar yağmur dindi. Puslu bir güneş açtı. Ben evde planladığım gibi yaptım ama kediler lolantaların balık artıklarını yemişlerdi herhalde, tost parçalarını koklayıp bıraktılar. Garson topladı yerden. Yemez bunlar, vermeyin, dedi bana. Karınları doyunca kedilerin ne kibirli olduklarını sanki ben bilmiyorum.

Oturduğum tahta iskamlenin ayaklarına sürtünen sarı kediye fazla yüz vermedim. Garsona bir de adaçayı söyledim. Ön masada genç bir çift okey oynuyordu. Küçük kızları oyun taşlarını çat çat birbirine çarptırıp, kıkır kıkır gülüyordu çıkan sese. Sonra mızmızlanmaya başladı, gidelim diye tutturdu. Kalktılar.

Ben de kalktım. Mevlâna Caddesine doğru yürüdüm. Yıkıntı halindeki eski yetiştirme yurdu binasının yanından tırmanıp, Arnavut kaldırımlı ara sokaklara sardırdım. Kimi iyi durumda, kimi yıkık dökük taş evlerin, eski kiliselerin, mahalle arası bakkalların önünden, arkasından, sağından, solundan dolana dolana tepedeki değirmenin oraya çıktım. Rahmi Koç'un restore ettirdiği Sevim ve Necdet Kent Kitaplığı'nın oraya; daha şık bir deyişle Kent Kitaplığı'na.

Ağustos 2007'de açılışı yapılan rüzgar değirmeni çok yakışmış Cunda'ya. Manzaraya hakim konumuyla Şeytan Sofrası'na çıkmış gibi oluyor insan burada. Kapıdaki Sivas Kangalından önce çekindim ama bana kuyruk salladı. Yüz vermedim, belki astarını ister, patilerini üstüme başıma sürer, dedim.

Kış tarifesiyle yalnızca Cuma-Cumartesi günleri açıkmış kitaplık. Görevli de Ayvalık Halk Kütüphanesi'nden tanıdığım bir memur hanım. Tanıdık olduğu halde iltimas geçip bana kitap vermedi, götürüp evde okumak için. Kural böyleymiş. Koçlar'ın aile dostu büyükelçi Necdet Kent'in özel kitaplığını oğlu Muhtar Kent bağışlamış. Bunlar tam da değirmenimden kitaplar, dedim memur arkadaşa; Alphonse Daudet'nin Değirmenimden Mektuplar'ına nazire olarak. Kitaplıkta, ölmeden okunması gereken ilk yüz kitaba giren kitaplar var. İki ciltlik Don Quihote tercümesine göz öldürdüm ama ancak hocam Jale Parla'nın giriş yazısını okuyabildim. Daha neler neler, ne kitaplar var bazı yayınevlerinin bağış olarak gönderdiği kitaplar arasında. Ziyaretçi defterine yazı yazıp, kitapların dışarı verilmesi isteğimi arz ettim Rahmi Koç'a; sonra dışarıdaki masalardan birinde oturup manzarayı seyredeyim dedim ama soğuk geldi iskemleler, hemen içeri kaçtım.

Eski bir denizci usturlabından yapılma bir masa lambasının ışığında birkaç kitap karıştırdım. Üç sayfa birinden, beş sayfa öbüründen okudum. Kitaplığı ziyarete gelen iki hanım, duvara sonradan monte edilen dinî fresklerin üstündeki haç şeklini beğenmediler. Daha şık bir çizim için önerilerini ziyaretçi defterine yazmalarını tavsiye ettim ben de, her zamanki ukalâlığımla. Yalnız kalınca arkadaşla karşılıklı çay içtik. Cunda'ya yerleşen ünlülerden konuştuk. Feyza Hepçilingirler Ayvalıklı'ymış biliyor musun, dedim malûmatfuruş bir havayla. Pınar Kür de yazları gelirmiş. Rahmi Bey'in de böyle bir ünlü listesi istediğini öğrendim o arada. Sonra gelirken bakkaldan aldığım fıstıklı çikolatayı paylaştık aramızda.

Mesai bitiminde birlikte çıktık. Ben, yolum uzun, sıkışırım diye önce tuvalete uğradım. İyi malzeme kullanılmış, çok güzel, tertemiz bir tuvalet. Yerlerde heykeller var, duvarlarda resimler asılı. Tam tuvaletin yanındaki çıkıntılı duvara, insanı seyreder gibi duran kısa pantalonlu bir oğlan çocuğu fotoğrafı konmuş. Çok tuhafıma gitti ama belli ki çok muzip bir zat bu Rahmi Koç Beyefendi. Kendi çocukluk fotoğrafını çerçeveletip hanımlar tuvaletinin en can alıcı yerine yerleştirtecek kadar şakacı.

Eski kiliseler ve yetiştirme yurdu gibi birkaç restorasyon daha yaptırırsa Rahmi Bey Adası olarak bir kez daha değişebilir Cunda'nın adı. Zaten ben Ali Bey Adası adına bir türlü alışamadım, belki Rahmi Bey'e dilim döner...


Ayten Suvak

ASlolan ASktır

İlhan Berk'in Anısına

Karşın Edebiyat, Sanat, Düşün Dergisi
Mart 2008, Sayı:6

Şiirleri Üstüne Başına Benzeyen Şair: İLHAN BERK

Toprak rengi pardesüsünün ceplerinde insanlar, kentler, nehirler, sokaklar taşıdığını, onlarla dolaştığını söyleyen şair. Dolambaçlı sokakları seven, ancak oralarda yitebilen ve kendini bu yeryüzüne ancak oralarda saçabilen şair. Emeğin tarihinde en sevdiği renk kırmızı, en sevdiği çiçek dünyanın en efendi, en alçakgönüllüsü olarak tanımladığı sardunya ve en sevdiği söz: Ancak fakir olan iyi şiir yazar, şeklindeki şair...

"Sen ki İlhan Berk
Yaşadın iyi kötü
Tanıdın otu böcekleri
Acıyı uzun
Gördün ihtiyar Avrupa'yı, çölü
Yürüdün aşkların üstüne
Aldın dersini
İnce uzun biri..."

Bodrum Halikarnas'ın oralarda belediye çay bahçesine doğru yürüyen ince uzun biri. Birlikte yürüdüğüm avukat arkadaşım işaret etti bana İlhan Berk'i. Bana kalsa bu 'mazlum ozanı', kanında kıyıma uğramışlığın yattığı, bu yüzden asi olan, bu (f) harfine benzeyen yaşlı adamı görmez geçerdim. Üzerinden hüzün, yalnızlık dökülen, soyutla somut, düşle gerçek, eskiyle yeni arası bu ince uzun birine Bodrum Kalesi'nden gözümü alıp da bakamazdım. Nasıl ki 'şair için şiirin koyduğu dünya dışında dünya' yoksa; şairin dünya diye bildiği yalnız oysa, benim de Bodrum diye bildiğim, bana şiir gibi görünen Bodrum Kalesi'ydi o günlerde.
Geçmişi, şimdiyi, gelecek zamanı karıştırıp, Bodrum'u en az üç kadeh kırmızı şarapla içtiğim günlerdi...

Kendi deyimiyle (f) harfi gibi, bu ince uzun adamın, benim gibi, sokaklara bayılan, 'hep bir kıyıya atılmış, avuçiçi kadar, küçük, yoksul, dolambaçlı, eski mi eski, haritalara girmemiş sokakların şairi İlhan Berk olduğunu duyunca, Bodrum Kalesi baş aktörlükten figüranlığa düştü ama 'güzel, insanî' bir griye boyandı, yağmur yüklü bir sonbahar bulutuyla...

Şiirleri üstüne başına benzeyen, yazdıklarından kendi çıkan bu ilginç şair gri bir gölgede bıraktı Kale'yi, o ilk karşılaşmadan sonra. Ne zaman İlhan Berk'i düşünsem, bir ceylan su içmeye indi yanıbaşıma.

"Usumda ben sizinle ne güzel gökler tuttum
Büyüttüm kiliseler gibi yalnızlığımı
...
Böyle bir karanlık, f'li öyle birşeydiniz
...
Bir haziranla bir başka eylül arasında..."

Dizelerini okuyup durduk, bir akşamüstü kütüphaneci arkadaşımla, belediye bahçesinde çay içerken. Biraz arkamıza düşen yan masada bir tomar gazeteye göz gezdiren, esmer, uzun, zayıf ve sabahları erken kalkan f'nin yanına gidelim; harflere kişilik kazandırmanın gizemini soralım ona dedik. Nasıl oluyor da büyük İ ağırbaşlı ve gülmez, C içedönük, kapalı ekonomi adamı, küçük b duru ve dişi, bir gizemlilik otağı sanki, R canavar sesli, h erotik, j askersi, g utansak, K şovalye yüzlü, Ö kalvenci, büyük I fahişe oluyor, öğrenelim bakalım, dedim ben...

İlhan Berk ilgimizden çok mutlu oldu, ne de olsa yalnız kadınlardan gelen mektuplara alışık, zarif bir adam. Üç Kere Seni Seviyorum diye uyanan bir erkek hangi kadının hoşuna gitmez, hele son dönemde salt aşkı ve yalnızlığı işleyen, bu uğurda şiiri kesen, dağıtan, parçalayan, 'yaralı bir bütünlük' isteyen şaire hangi duygusal kadın kalbi karşı koyabilir? Anlatmadan duyuran, hissettiren, konudan çok ruh halini önemseyen, ilk dizeyle 'şiirin boyunu posunu' saptayan, adlandırmadan çok görüntülerle söyleyen usdışı ürüne hangi şiirsever alıcı olmaz? O kadar hevesliydik ki, hemen bir randevu kopardık şairden, kendisini evinde ziyaret etmek için...

Berk'e imzalatmak üzere Barlar Sokağı'ndaki kitapçıda bulduğumuz Akşama Doğru ve Aşk Tahtı adlı kitaplarını alıp, Tayyareci Ethem sokaktaki randevumuza tam saatinde gittik iki gün sonra. Atımı İstedim Evin Göğü Gerindi tarzında sentaksı kırık şiir gibi bir evin balkonunda bizi bekliyordu İlhan berk. Yüksek bahçe duvarında bitkiler arasında kalan kapıyı fark edemediğimizi anlayınca bize seslenmiş; kafamızı kaldırınca İlhan Berk'i gördük, Bodrum'a asla dikilmesini istemediği heykeli gibi durmuş bizi gözlerken. Kendi dahil kurulu bütün düzenlere karşı çıkan, bu yüzden tanıma gelmeyen buğulu, şiir bakışlı gözleriyle. Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum, iyi ki gelmediniz, kapıda kalacaktınız, gibi bir espri yapar mı diye bekledim ben ama şair Yavaş Yavaş Geçtim Kalabalıkların Arasından der gibi yürüyerek bizi içeriye aldı...

Çok sade ve zevkli döşenmiş evinde ben, Bodrum Kalesi'ni içine alan bir açıyla oturdum; kütüphaneci arkadaşım da yatak odası pufuna benzeyen bir tabureye ilişti. Söyleşilerinden birinde "Benim şiirimden anlamak herkese verilmiş bir hak değildir" dese de o gün İlhan Berk bize evinin neredeyse her yanını tanıma hakkını verdi. Üstünde el örgüsü, rengârenk bir örtünün serili olduğu yatağını gösterdi bize. Birtakım koridorlardan geçirip, birkaç basamak merdiven indirerek, evin arkasına saklanmış, küçük, gizli bir bahçeye çıkardı. Bir kapıyı açıp bizi içeri buyur ettiğinde 'bir sessizliktir şiirin yazdığı' dercesine bir köşede duran tahta yazı masasını ve kitapların çift sıra dizildiği, 'yeryüzünün durduğu, soluğunun kesilir gibi olduğu sesizlik' de ünlem işaretleri gibi duran kitaplığını gördük.

"Şairlerin hayatı yoktur...Dünya onlar için yalnız ve yalnız yazılacak bir yerdir. Bunun dışında dünya yoktur. Je ne vis pas, je l'ecris.Yaşamadım, yazdım. Hepsi bu..."

Fransızca öğretmenliğinden gelen bir alışkanlıkla olacak İlhan Berk bize kendi kütüphanesindeki hangi kitapları alıp, halk kütüphanesine götüreceğimizi; hangi yeni baskı kitaplarını kendi adına müdüriyete teslim edeceğimizi birer birer söyledi; ayrıca buzdolabında taze sıkılmış nar suyu olduğunu, onu istemezsek başka birşey seçebileceğimizi de. Kağıtlarla, kalemle, masayla, bardakla bir insanla konuşur gibi konuştuğunu, onları kendinden ayırmadığını söyleşilerinde okuduğumuz ustanın bizimle öğrencileriymişizcesine konuşması hoşumuza gitti ama halk kütüphanesi için imzaladığı kitabı hakkında konuşmaya çekindik, çünkü "Resim üzerine hiç konuşmak istemem" diyordu bir söyleşisinde.

"Benim resimle olan ilişkim çok kendine özgü birşey. Bir çeşit özgürlüğüm de diyebilirim. Ne zaman hiçbir şey yazamasam, ne zaman okuduklarımdan tat alamasam, çiziktirmelere başladığımda büyük mutluluk duyarım" diyordu ama "ben kendimi ressam olarak düşünemiyorum, dahası 'ressam' sözcüğünden tiksiniyorum da diyebilirim. Küçük r sevgi doludur benim için. Fukara bir güzellik ve sevgi. R canavar sesli... " diye sürdürüyordu resim üzerine düşüncelerini.

"Kişilik kazanan harfler ve mistik sayılarla ilgilenmenizin, metafiziğe yakınlığı olduğu bilinen Dünya Kardeşlik Birliği'nin 2006 ödülünü almanızda etkisi olmuş mudur hocam, olmuşsa bu başarınızı büyük M, küçük m ya da büyük Ö, küçük ö, büyük B, küçük b harflerinden biriyle mi ifade edersiniz?" gibisinden bir soru yöneltmeyi tasarlarken, şairin hanım sekreteri giriverdi içeriye, daha önce hiç farketmediğimiz bir kapıdan. Patronunun yalnız olmadığını görünce biraz şaşaladı, sonra halk kütüphanesinden geldiğimizi duyunca, endişeli bakışları rahatladı. Bodrum'da hemen her hafta yapılan bir resim sergisi açılışına yetişmeleri gerekiyormuş. Elindeki araba anahtarlarını şıngırdatarak, hemen çıkmaları gerektiğini söyledi.
Arkadaşımla ben hemen ayaklandık tabii. Geldiğimiz kapıdan çıktık. Şairin alt katta yaşıyor dediği oğlunu hiç görmedik, alt kata nereden girildiğini de.

Bu küçük anıyı bir yıl sonra gri bir öğledensonrasında Bodrum'dan çok uzakta bir yerde yazdım. O gün Berk'ten ayrılırken, izlenimlerimi yazıp yayınlasam olur mu diye fikrini sormuştum; o da bana, daha çok söyleşiler yapacağımızı, arkadaşımla tekrar gelip kütüphanesini düzenleyip düzenleyemeyeceğimizi sormuştu. Yeni bir ziyaretin kapısını açtığı için hemen atlamıştık bu teklifin de üstüne ama ne yazık ki bir daha gidemedik Berk'in evine. Maddî darlık çektiğim şu günlerde 'şiirden kazanılan parayı çok seviyorum' diyen şair geldi aklıma. 'Anılardan da para kazanılır mı dersiniz hocam?' deyip, yeniden yaşadım ve yazdım o günü. Je vis, et je l'ecris. Yaşadım ve yazdım. Hepsi bu...


Ayten Suvak

ASlolan ASktır

21 Eylül 2008 Pazar

Hangi Faktörü Aşkın

Benim sevgili dediğim
Bir damlaysa nihayet
Bir AŞ noktasında yaşamın
K faktörü yazık ki noksan

Kıvrım kıvrım ipek düşlerinde
Her yerde aynı kozadan
Örülürken yalnız ayrı ayrı
Her sevda bükümünde
Tökezleyen bürümcük
Yer yer delik deşik

Her uçuşunda bir böceğin
Yelpaze ettiği kanatlarında
Günışığı yolculukları
Beyhude

İlk yazı unutulmuşsa aşkın


Ayten Suvak

ASlolan ASktır

Lodosun Fendi

Dünkü o deli lodosta bahçeye açılan dik merdivenleri inmeye çalışırken nedense Bergama'daki antik tiyatronun merdivenlerinden iniyormuşum hissine kapıldım.Üç yıl kadar önce iyice bir gezmiştik Bergama'yı iki arkadaş. Rüzgârlı bir gündü ama güneşliydi. Tiyatronun merdivenlerini tırmanmak inmekten daha kolay gelmişti bana, arkadaşımaysa tam tersi.

O gün ne de çok resim çekmiştik, içine film takılan eski makinamızla. Bir kayaya dayanıp uçsuz bucaksız manzaranın verdiği enginlik duygusunu içime sindire sindire biraz dinleneyim derken, pantalonumun arka cebini bir yere takıp yırtmıştım, onu bile resimlemiştik. Sahibinin yanında kibirli kibirli müşteri bekleyen develeri, mahalle aralarını, galete fırınından peksimet alışımızı, şapkamın uçtuğu ânı, kapı önünde otururken gelininin
bir tabak yemek verdiği ihtiyar teyzeyi, kedinin kuyruğunu yakalamaya çalışan küçük kızı...

Ama makinaya film takmayı unutmuşuz ne yazık ki. Lodos havalar insanı aptal eder zaten.
Başka bir defasında İtalya-Perugia'da bir arkadaşla havuza gitmiştik rüzgârlı bir günde. Girişte parayı peşin ödemek gerekiyordu, arkadaş cüzdanına davrandı, ben hemen atıldım ödeyeyim diye, çünkü daha önce pizzanın parasını o ödemişti. Bıraksaydım da bir erkek olarak hesabı ödeseydi ya!

İtalya'nın lodosu işte, orada da vurmuştu beni: Arkadaşı bekletmemek için pansiyondan aceleyle çıkarken çantama cüzdanımı koymayı unutmuşum. Arkadaşlık ilişkilerinde rezil oluşum sakarlığımı bile aşar benim. Gene de lodosu severim nedense, bana bir zarar vermedikçe azgın dalgaları seyretmekten büyük keyif alırım. Aptallıkları herkesi hayran bırakan akıllı soytarılara özeniyorumdur belki; hazır lodos eserken biraz delireyim, biraz kopayım dünyadan. Dertli ülkemizde ruh sağlığımızı koruyabilmek için bize böyle lodoslar gerek galiba...


Ayten Suvak

ASlolan ASktır

Şaraba Benden 6 Haiku




Kiraz dudaklar
değer değmez şaraba-
Aşk sarhoşudur

Loş mahzenlerde
yılların sevdaları-
Fıçıda hapis

Çekirdeklerin
batar çıplak ayağa-
Kan süzülürken

Asma dalına-
Aşkların hüzünleri
al basma olmuş

Alların hası
kirli beyaz gelinlik-
Ak üzümlerden

Sarhoş bakışlar-
Üzüm üzüm kadehte
göz yaşlarıyla


Ayten Suvak

ASlolan ASktır


Rahat Bırak Beni ASk

Rahat Bırak Beni Aşk!

'Gönlünün çektiğini söke söke al'
Böyle düşünür adam.
Kadın söke söke almaz, çalar.

Nietzsche
......................

Rahat Bırak Beni


Git başımdan aşk. Maskara etme beni. Henüz gelmedi bahar, aylak aylak gezeyim. Önce sürsün hükmünü gönlümdeki kış sonuna kadar. Kardelene işte o zaman oynak mı oynak bir aşk başlar. Yağmur yağar yavaşça. Fıkır fıkır kaynar ozanlar. Hoşçakal derler kışa göz kırparak. Yine buluşuruz derler gerdan kırarak. Sonra döner giderler kırıtarak. Ama şimdi sırası değil...

Sırası değil şimdi aşkı düşünmenin. Acıktım. Yemek pişirmeliyim. Hiç de içimden gelmiyor, öylesine tembelim. Oturmuşum burada, aşk şiirleri yazıyorum durmadan. Zaman zaman dengemden kuşku duyuyorum; dünyanın dengesizliğinde korkular, kuşkular, benim dengemde bunların izdüşümleri. Sanki karın doyurur bu düşünceler. Bakıp duruyorum soğana, domatese, bibere. İnce ince doğrayıp, bir de yumurta kırdım mı, ne menem bir Menemen yemeği olur, aşk şiirleriyle pişen...

Bu şiir kokulu mutfakta 'İlk aşkımın anısında yalnız bir bahar esintisi' gibi gezinerek bakar dururum cevizli incir tatlısına. Oynak bir dişiyim ben. Sallanır yuvarlanırım, çalkalar dururum kalçalarımı. Bir yandan da atıştırırım acı çikolataları. Ben yediğim şeyim, acı çikolata! Varsın sivilce yapsın, yedim işte. Mutluyum. Mutluyum. Mutluyum. Mutluluk yıldırımıyla çarpılmışım. Kıvrılır kıvranırım. Mutluluktan. Sensin işte beni vuran. Bademli, üzümlü, siyah çikolata. Bir daha bir daha, vur vur. Parçala bu yüreği. Görsün ne demekmiş kafa tutmak aşka, 'Şimdi sırası değil!'ahkamıyla...

Ne bakıyorsunuz bana şimşek gözlerle öyle, keten tohumu, fındık kırması, yulaf ezmesi, süt içinde erimiş sağlıklı yaşam nesneleri? Çekilin, sizi içmeyeceğim artık aşk yerine. Boşuna şişinme içimde keten tohumu. Girmek istersen yüreğime, bırak yalancı tokluk özentini. Bana gerçeğini ver, değil mi ki bir eylemin üç unsuru vardır: davranmak, yapmak, bitirmek. Hamle et, ah başımın tatlı belası! Sen ey elleri ketçaplı yalancı dolma, aşk bozuntusu! Yoksa bir kedi gibi sürünmem mi gerek ayaklarına? İşte patilerimi çektim göğsüme, hazırım sevilmeye. Kıvranıyorum. Haydi okşa karnımı. Keyfim sürerken daha da yaltaklanayım mı?

Ölümle birdir aşk. Yaşamıma aşkla bir sıcaklık katamayacaksam, tükenirim, ruhumdaki soğukluk bu yüzden ölümü çağrıştırır bana. Ölüme yaklaşan bir hasta gibi İNKAR ediyorum işte aşkı: Ey aşk, uzak dur benden! KIZGINIM! Neden aradığım gibi, kendini beğenmiş züppe olmayan, bilge biri çıkmıyor karşıma? PAZARLIK ediyorum seninle. Eğer yaşarsam söz veriyorum, ne istemediğimi daha iyi belirleyeceğim. DEPRESYON'dayım. Öldürücü aşk başıma gelecek birgün benim de ama, zamanını ve yerini bilmemek ölüm korkumu azaltıyor, yalnızca 'haz' için yaşayarak ölüme yaklaştığımı bile bile. Bile bile yaşamak ladesle de nedense henüz ölmek istemiyorum. KABULLENİŞ, son şartı ölümün. Hazırım. Haaa haaaa....Beni istiyor musun? Haaa haaa...Ne budalasın sen budala! Kim sevebilir seni bir daha, kabullenirsen ölümü!

Ey umudum, silkelen artık! Ölmek yok. Ey, mutluluğum, sen boynuma iple astığım bir silgisindir çocukluğumdan beri, orada hep asılı olduğunu unutup unutup 'Kaybettim!' diye boş yere ağlar, şikayet ederim öteden beri. Şimdi Menemen, gel hemen, mutluluğumu anımsat bana. Doyuma ulaşacak kadar bir AMAÇ istiyorum senden. Geçinebilecek kadar bir İŞ, gazete kupürlerinden. Gereği, yani temel ihtiyacı karşılayacak kadar ZENGİNLİK. Dengede kalacak kadar bir AKIL istiyorum. Mutluluk İlaçları reçetelerini yazanların öngördüğü kadar ŞEFKAT, kendi bildiğim kadar ÖZSAYGI, ezilmeyecek kadar İYİLİK DUYGUSU, korkaklığımı yenecek kadar CESARET, herkesten biraz farklı olacak kadar YARATICILIK, 'İyi ki böyle doğmuşum' diyecek kadar ŞÜKRAN DUYGUSU, herşeyin başı SAĞLIK, bu reçetenin Ernie E. Zelinski'ye ait olduğunu açıklayacak kadar MİZAH DUYGUSU ve günün birinde benim de bir yemek kitabı yazarı olabileceğim kadar UMUT istiyorum. Ayrıca bana:

Gözlerin ermiş mi senin
Ağzın bilmiş mi senin
Şeytan mısın sen nesin

diyebilecek kadar mizah duygusu gelişmiş bir sevgiliye sahip olma umudu. Ne menem bir umutsa bu, 'Sen şimdi Menemenini ye' diyor, 'şimdi aşkın sırası değil!'

Tamam öyleyse ben de uzaklarda bırakıyorum kendimi. Yakınlarda ayartır nasılsa biri beni. Ahlarla Ohlar bulur o zaman, uzakla yakın gibi birbirini. 'Rıhtım liman derken geceler, uçup giderse kırlangıçtan hayaller, bir ben mi savruldum' derim aşk dalgasıyla, yalnızlar dünyasında. Belki şimdi sırası değil ama, birgün, 'söke söke' çalacağım 'tuzu kuru' aşk mutluluğunu, Bahar adlı hırsız bir dişi kedi edasıyla, mis kokulu varoluşumda. O zaman düğüm düğüm çözerim aşkı, bir de bakarım ki her düğümünde bir tomurcuk gül; neden çok sevdiğim mis kokulu karanfil değil diye kederlenirim ve varlığım sürer gider böylesine incir çekirdeğini doldurmayan çelişkilerle...


Ayten Suvak

ASlolan ASktır

Evdeyim Gel

Çevredir temel sorunlardan biri, evlerden oluşan çevre. Evler toplumun aynasıdır: eciş bücüş evler, doğru düzgün evler, zevkli evler, zevksiz evler, tapulu evler, kaçak evler, saray yavrusu evler, gecekondular, bahçeli evler, bitişik nizam evler, birbirlerinin içine bakan evler, birbirlerinin havasını, güneşini, rüzgârını, görüşünü kesen evler, birbirlerini kirleten evler, kötü yola düşen evler...

Türlü türlüdür evler, iyisiyle kötüsüyle. Evler ki söz dinlemezler, başlarına buyrukturlar. Bir kulaklarından girer, diğerinden çıkar öğütler. Bir kapısından girer, diğerinden çıkar yeller. Çok bilinmeyenli denklemdir evler. Sır küpleridir. Bölüm bölümdürler: bölünen, bölen, bölüm, kalan. Kalan orada bir oda, dört tarafı duvarla çevrili bir ada. Üzerinde sessizlik özlemi, müzikten bir rüzgâr mutfak kokar...

Panjur kapaklı gözlerdir pencereler. Rimelli takma kirpiklerdir tül perdeler. Işık sızdırmaz geceye kadifeler. Arzu kol gezer evde. Kıskanç bakışlar atar pencere. Hazırol durur güneşe. Geçit vermez yağmura, yele. Pencere bazen ahşap bazen plâstik bir dünyadır görene...

Yıkılmak içindir duvarlar. Engeldir onlar yan odadaki cezalı aşığa. Kapı duvar olur o vefasıza. Aile fotoğrafları asılmamalı öyle her kareye, duvardan duvara halılar bir de. Bu dağın ardında ne var gibidir duvar. Meraktır, kuyruğu tülü bir ev kedisidir. Düz duvara tırmanan afacandır. Kalorifer dilimlerine destektir, estektir, köstektir, Çin Seddi'dir. Tüketimin yeni efendisidir. Her eve lâzımdır, ne alırsan 1 Milyon'dur. Yasakları fazla doldurmayın, yıkılır duvar. Altta kalır insanlar. Trilyonlar akar gizli duvar kasalarından. Kafanızı duvarlara vurunuz servet tutsaklığından...

Duvarlara prangalanır mahkûmlar. Cezadır duvar. İşkencedir çığlıklarla badanalanmış, al kanlara boyanmış. İnsanlık tablosudur duvar. Her tarihe sığar. Dilleri olsa da bir bir anlatsalar. Gün sayma çubuklarıyla oluşur dekorlar. İlk insanın resim galerisidir duvar. Müteahhidi doğadan, betonarme, yığma, karkas, kâgir mağara sarkıt dikitidir. Banyo, mutfak ve balkonlar fayans, tavanlar alçı, saten boyalı, kapılar hırsız alârmlı, dolaplar naftalin torbalı, salonlar billur avizeli. Kapı gıcırdar, TV konuşur, duvarlar alaya alır insanlık hallerini...

Kırmızı fabrika tuğlasından duvar örülür bazen, ev üretkendir o zaman. Vardiyalı çalışır gelen giden. Anahtarla açar kapıyı bazıları. Çalar kapıyı ana kuzuları sınamak için dört gözle beklenip beklenmediğini. Ne kapıcı olmak ister insan ne de duvarcı: ya 'Rıza efendi, iki ekmek bir süt!' olur sonu ya da nesli tükenen taş devri duvar ustacılığı...

'Yankee Go Home!' yazılmaya bozulur bazı duvarlar. İsterler ki Çırağan yolundaki gibi güzelce boyansınlar; millî bayramlarda asıl onlar bayram yapsınlar en asil kahramanlarla. Haykırırken onlar sonsuzluktan, kulaklarımız duvardan. Duymayız kurtuluşun toplarını uzaklardan...

Çadır kurmuşuzdur arka bahçede. Ev harabe. Duvardan bir iskelet. Tinerci çocuk yuvası bu şirket. Öksüzlere buradan selâm. Mülkünüz tapuludur dış sermayeye. Oturmayın öyle eşikte. İftiraya uğrarsınız siz de. Sen çocuğum, sen kara gözlüsü, sen anlat masalını, nasıl geldin bu mahalleye?

Hızlı hızlı çık yarısı kırık merdivenleri. Kaçamazsın polis ağabeylerden. Kaçamazsın bilincini yok eden sefilliğinden. Gökyüzüne merdivendir geleceğinin belirsiz basamakları. Yarım pabuçlarında kurumuş köpek pisliği, ağır ağır çıkacaksın çaresiz bu merdivenleri. Komşu al dedik sana ev aldın meteliksiz, seni gidi seni. Dam metelik dinlemez. Gökyüzünü göstermez. Evde sanırsın kendini. Kaç yıl yedin sen bakayım, kapkaç fedaisi?

Damdan düşer gibi oldu bu soru. Balkondan uçtu bir çocuk Pokemon, oyun hastası. Balkon, çarşıya uymayan ev hesabı. Çocuğun sahte rakıyla gümleyen alkolik babası, övünme sakın mülkünle. Ev sahibi, hani bunun ilk sahibi olur deyimde. Evin direği girer bir mezar taşına. Betondan bir duvar konur çukura. Bir göz ev tuttu işte adam sonunda. Ev bark sahibi olunca ev açacak evinin kadınına. Ev halkı çoğalacak birer ikişer üçer dörder. Ev gailesi nedir bilmez olur mu bebeler? Pencereleri kağıt mendille silmezler. Otomobil pencerelerine ilenirler. Dilenirler. Evde kalmaz hiçbirisi. Ev işletir ötekisi. Evlere şenlik, evin yolunu şaşırır birisi. Ev yemeği kokusu almıştır sümüklü burnu. Sulanır ağzı. Yollanır harabeye. Düzgün aile çocukları da patates kızartmalı, köfte kokulu evlere.

'Evli evineee, köylü köyüneee, evi olmayan, sıçan deliğineee!'

derler bizim fakire. Yutkunur o da öylesine. Eee, nerede senin anan baban? Biri hovarda, diğeri mezarda! Niye demişler: 'Evi ev eden avrat, yurdu şen eden devlet.' Biz battık hepten evcek. Haydi bir koşu çağır şu genelevden ananı. Belki bir dayak yersin, bulamazsan patatesli, köfteli sofrayı. Kırarken evciment baban mezarını: 'Bu harabe birgün hesap soracak sizden!' diye bağırır evler evlere, sağır eden bir gümbürtüyle...

Eyvah, herşey bitti!

Bağırır fahişe Ayçe
Yakalanacak odada başka biriyle
Çare yok sahte ecele
Belâlısı gelecekmiş acele
Tam on ikiyi beş geçe
Emaneti almaya bu gece
Kulakları sağır eden bir gümbürtüyle
Dan dan dannn
Belâlı hergele namlı Zelzele nara atar geceye...

Evde misin kız Ayçe, açsana kapıyı leeen...


Ayten Suvak

ASlolan ASktır

Üsküdar Kadınıyım

Üsküdar Kadınıyım

Vurulmuşum İstanbul'a
Soluğumda Şemsi Paşa

Bakar dururum Kuşkonmaz'a
Şaşı olurum Boğaz'da
Bir gözüm Karadeniz
Diğeri Marmara

Aman Kızkulesi
Sakın görünme bana
Hazin mi hazin aşklarla
Batırma beni girdabına

Üsküdar dur bir
Şöyle sarılayım sana
Ellerimde Kanlıca
Kollarımda Beylerbeyi

Üstümde Mihrimah Sultan'ın
Erguvan feracesi
Ben doğma büyüme
Üsküdarlıyım

Ayten Suvak

ASlolan ASktır